Enderun’da Son Cenaze Merasimi

Sultan II. Abdülhamid’in tekfini, cenaze namazı, cenaze alayı ve defin merasimi.

“Nihayet nâşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı, tabut yere indirildi, teneşir, tabutun yanına getirildi içme kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in nâ’şı hürmetle tabuta indirildi. Sultan Abdulhamid, son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti. Hattâ vasiyet etmişti: Göğsüne ahidname duası konacak yüzüne Hırkai Saadet destemali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet eksiksiz yerine getirildi…”
Kefen bağlandı, tabut kapandı. Sedef kakmalı, asırlar görmüş bir saatin ağır taninleri Hırkai Saadet dairesinin ulviyeti içinde aksetti, tabutun teçhizine başlanmışı. Üzerine evvelâ bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu Ayak ucuna lâciverte yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üste Kabe örtüleri kıymettar taşlarla müzeyyen kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Nâ’ş yıkanırken, çıplak bir tabut, tahta bir teneşir. Hırka-i Saadet dairesinin gözleri kamaştıran ve renkleri ve yaldızlarıyla tezat teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdulhamid’in ipekler, şallar, sırmalar, kıymettar taşlarla müzeyyen tabutu, dairenin ihtişam ve ulviyetine de tevafuk etmişti…
Herkes çekildi. Yalnız, müzeyyen sütunlar, mülevven duvarlar, parlak levhalar arasında başı harem dairesine müteveccih bir tabut, solda Dairei Aliyye’nin penceresinden altınlar ve sırmalarla müzeyyen yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altın şebekler, kıymettar ve tarihî levhalar, kelâmı kadimler görülüyordu…

Sultan Abdülhamid Han II.

Saat dokuz. Hırkai Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Yabancılar bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar, hürmetle istikbal ediliyordu. Veliahd-ı Saltanat (Şehzade Vahideddin), şehzadeler, büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında, nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu…
Hırkai Saadet dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün nazarlar kapıya çevrildi, kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, kalpler müteheyyiç; cenazeyi görmek istiyordu… Nihayet, elmaslı kemerler, sırmalı Kabe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde, mühib ve muhteşem, dışarı çıktı. Devlet erkânı, zabitler, Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda idiler: Bütün nazarlar tabuta dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısı önüne yüksek bir yere konuldu. Hamidiye Camiinin kürsü şeyhi, sırmalı yeşil elbises, göğsünde nişan ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak sordu:
— Merhumu nasıl bilirsiniz?
Velveleli, hazin, müteessir bir çok ses, serviler arasında aksetti:
— İyi biliriz.
Kısa bir fatiha bu merasime de nihayet verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphanesinin, Arz odasının sağından ağır ağır geçti. Babüssaade önüne geldi, cenaze namaz, alelusul burada kılındı, Alay burada tertip edilecekti. Şehzadegan, devlet erkânı, sefirler, ümera, saray agavatı, hep burada toplanmışlardı. Arada sırada, teşrifat memurlarının sırmalı esvaplarıyle, ellerinde beyaz bir kâğıt:
Ayan, meb’usan, ricali ilmiye, ümera… diye çağırdıkları işitiliyordu. Nihayet alay tertip edildi. Servilerin önünde hademei şahane, zabıtan ve efradı dizilmişlerdi. Piyade efradı, silahlarını omuzlarına asmışlar, kemali sükûnetle yürüyorlardı Tabutun önünde dedeler, Şazeli dergâhı dervişleri gidiyordu. Tabutu taşıyanlar Enderunu hümayun ağaları ve saray erkânı idi…
Tabut, Babüssaade’den Orta-kapı’ya kadar, serviler arasından yavaş yavaş ilerledi… Ortakapı’dan vekar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir tehlil, ruha huşu’ ve tevekkül veren tatlı bir sada, Ortakapı’nın taş duvarlarına, bir zamanlar vüzeraya mahpes teşkil eden kapı arasına aksetti. Önde Dedegânın fasıladar, hazin nevaları işitiliyor, Şazeli dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir sesle okudukları Kelime-i Tevhid; tekbirler ve naatlar arasında, aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Babı Hümayun arası Alman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede. Bizans’ın İrini kilisesi ve son devrin askeri müzesi önünde. Mehterhane takımı, cesim kavukları, kırmızı şalvarları, sırma çepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tekrim ile tabutu selâmlıyorlardı…
Cenaze Babı Hümayun’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesine kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler damlar, kadınla, çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut, acıklı ve müessir dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler, müteessir oluyorlardı…
Son şehkayı andıran Allah! Allah! nidalarıyla tabut türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid hürmet ve tekrim ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz dört senelik safhası hazin bir surette sona erdi.
Ahmed Refik, Büyükada 15 Şubat 1918.